O lente lente qurrite noctis equi.

'Yavaş olun yavaş... Gecenin atları...'

Seneca


look at me


- Bana bak... Hiç böyle şeyler söylememişti ve sert davranmamıştı seni odanın dışına iterken. Ablak yüzüyle, sakin aptal gözleriyle hep arkanda olmuştu O. Sevgili, dost, düşman ve iki yaralı hayvanın birbirlerinin alışılmış kokusunu takip etmesiydi ve zor vazgeçilecek biriydi ama şimdi, durum oldukça ciddiydi. Hiç bu halini görmediğin kadar saldırgan, ölümcül bir öfkeyle seni sıkıca tutmuş, hem bağırıyor hemde durmadan sarsıyordu gövdeni.
O kapıya yaklaşma demiştim. Bir daha olmayacak, seni alamayacak, seni kimse alamaz.
Artık sesin çıkmıyordu, dehşet içindeydin.

***

Büyük bir konaktır sizinkisi. İçindeki çoğu odayı bilmezdin. Dışarda dört yana uzayan gerçekten devasa ölçülerde bir bahçe vardır. İlk kat hariç, çok az bir kısmını gezdirdi sana Ethlon.
O ya da hizmetçiler olmadığı zamanlarda tüm kasabayı kaplayacak kadar büyük bu konakta, sadece yasaklanmamış yerlerde eğlenme iznin vardı. Bir sürü girilmez koridor ve odalar. Her soruşunda Ethlon'un gözlerini kaçırışı, seziyordun deli gibi korkuyordu. Yemek odasına girilirken hissedilen değişik kokudan, kapalı durduğu bilinen ve her nasılsa açık kalmış pencereden ya da her neyse...
Bir gün Ethlon bir kutu ile eve gelip işte demişti. Bu Khitari. Boşluktan her türlü tınıyı toplar. Umarım eğlenirsin bununla. Büyük, kafatasına benzer ve iki yanında elleri koymak için oyukları olan bu nesnenin ne işe yaradığını anlamamıştın önce. Ethlon gösterdiğinde, eller içindeyken göz hizasında beliren değişik eflatun ışığı ve titreşirken gürültüsü olmayan herhangi bir tonda yarattığı renk atmalarını seyrederek, vaktin nasıl da akacağını farkedip çok sevindin. Gerçi yemeğe gelen, sizin ziyaret ettiğiniz çok insan var ama gene de, yalnızlık kimse ruhuna yaklaşmıyorsa başlar.
Bu nesnenin bilmediğin çok marifeti vardı. Artık, ne dışardaki üç aylar bahçesindeki yumuşak dokulu sitazonları ne de kuğulu havuzdaki kırmızı şerit yarışı istemiyordu canın. Kuzay kanatta emrine hazır tutulan Knop'lara binmeyi de. Ellerin hep o aletin içinde günler geçiyordu.
Duyuyordun işte düpedüz hiç bir konuşma yokken. Sana doğru yoğunlaşmayan, ortasından girdiğin büyük bir salonda havada dalganan uğultuyu andırıyordu ilk günler. Tam, akışkan pirinç nefeslilerden çıkan ahenkli bir müzikal beste olacakken, hiç anlamadığın bir lehçede kopuk kopuk konuşmalara ya da rüzgarın ovada yol alırken çıkardığı fısıltıya benziyordu. Birbirine eklenen hatırladığın bazen hiç tanımadığın bir sürü sesin tınısı.
Bir kaç ses birlikte oluyordu bazen ses o kadar zayıf ve belirsizdi ki hemen anlıyordun, onu çıkaran ruh çok zayıftı. Perdeler kapalı, gündüz mü gece mi pek bilemeden geçirilen üç koca haftadan sonra artık bazı ender anlarda yoğunlaşarak istersen o an gözlerinle aklın arasında oluşan hava ağını eğen bir istemi canlandıran, tok ve sağlam bir sesin sözcüklere hatta cümlelere dönüştüğünü görüyordun. Derin ve çok etkileyiciydi.
Bir keresinde şunlar açık seçik belirdi; - Kıpırdayan suyun içine dönerek elektrikli varlığın köprüsünde tutunmadan sekecek sezgilerinizle başlayın tüyleri yerlerinden kıpırdatmaya ve geceye ve gündüze karışacak yolunuzun berraklığına kavuşturmak için ruhunuzu, en son parçanıza kadar yaklaşın tozun, bakışın, kanın, dışkının ölümcül korkak dünyasına ve bağlayın kendinizi, kendinizden yapılmış bir direğin en tepesine... diyordu.
Sanki birilerine ders anlatır gibiydi. Kendinden geçmişçesine konuştuğunu anlıyordun. Yüzyılların acısı ve sağlamlığıyla sertleşmiş bir kayın ağacı, bazı anlar en has ipekten daha okşayıcı tınılarıyla neredeyse sana dokunan ağzı...
O sesin sahibini düşünüyordun utanmazca sık sık. Vücudu nasıldı? Ya saçları, gözleri ne renkti acaba. Keşke uzun saçlı olsaydı. Sen uzun saçları seversin. Ay, tül perdelerden içeri girip yatağınızı aydınlatırken ve Ethlon yanında uyurken sen en ahlaksız detayları kurguluyordun o tok sesli varlığın olmayan bedeniyle.
Tam istediğin gibiydi çünkü bu senin düş'ündü. Yavaşça yanına geliyordu, seni sarıyordu, sanki bedenine değilde içinde birine sarılıyordu, kokusunu, sırtında kaslarının kıpırdadığını hissediyordun. O sakin, evecen, güven taraftarı kadının içinden bir başkası çılgınca koşarak çöle dalmak, kaybolmak istiyordu okşamaların şiddeti arttıkça. Açıkça kendine bile söylemediğin, ama hep varlığını sezdiğin nice sen vardır.
Dizlerin titreyerek ve açıkça ıslandığını hissederek, ağzın kupkuru yataktan kalkıyordun. Ethlon'u düşünüyordun. Seni asla öldüremeyeceğini... Bu ikisi farklı diyordun kendi kendine. Yani o evet onunla da ama. Defalarca ölmek olmuyordu bu. O zamanlar bu sadece sevişmek oluyordu. Halbuki, dokunuşlardan daha önemli bir anın doğuşunu karşılıyordunuz o sesle birlikte. Kayıp bir şey sana geri geliyordu. Sanki O'nu çok uzun zamandır tanıyordun ve O da seni.
Pencerenin yanına gelip gecenin kalanında dışarıyı seyrediyordun uzun uzun. Bir işaret, bir parıltı olacaktı ve hayatındaki bu yarım kalmışlık duygusu yok olacaktı. Sadece o sersem makina ile değil, diğer her anda o sesin yanında olmasını ve sana ışığıyla yol göstermesini, ondan çocuklar yapmayı, adı nedir acaba?
İlk kez olduğunda günlerden sonra başlayan kış sabahında bahçede dolaşmaktaydın. Çok açık olarak seslenmişti ve Chloe demişti. Uzun sarı saçlarını görüyorum senin, kokunu biliyorum. Ama senin adın Chloe değildi ki. Üstelik sen esmer bir kadınsın. Seninle konuşuyordu işte bu açıktı. İsimlerin bir önemi yoktu ki. Nerdesin?
Bekliyorum seni Chloe.
Ona hayır demek istedin hayır ben mutlu oluyorum senin sesini duydukça ve ben ama gitme lütfen dur. Adın ne? Nerdesin? Uzaklaştığını hissettin. Gitmişti.
Ve sen o koca karanlık bahçede, hiç bu kadar tek başına ve üzülmüş hissetmedin kendini.
Sonraki günlerde sıradan işler yapıldı. Bazı haftasonu akşamları dışarı çıktınız. Kendi hayatı yerine, ancak bir sahnede isyanın şarkısını söylemeye gücü yeten orkestra çalıyordu gene gölgeler içinde. Mekan, isyan düşü görmek isteyenlerle tıka basa doluydu. Arada kalmış ağaç bitleri, kağıt yüzlü kuklalar, tükürülmüş kadavralarla. Dumanlar içinde bilmedikleri bir güç tarafından ele geçirilmiş, bir başkasının peşinden koşuyorlardı düzmek için. İçkiler içiyorlar, kavgalar ediyorlar, dolikosefal kafalarını sallaya sallaya böğürüyorlar ve tutunuyorlardı en az bir ağaç biti kadar, ucuz plastik poşetlere doldurulmuş hayatlarına.
Dışarda, soğuktakiler bali dolu torbalarının içinde çoktan en güzel yemeklerini, ağaçlarını ve kulelerini görüyorlardı hayatlarının. Kıvırcık saçlı olanı seviyordun en çok, bir gül alman için önünde durup gözlerini gözlerine dikerdi. Sen en çok böyle anlarda o yitip giden sesi düşünüyordun. Ha evet Ethlon. O da yanındaydı elbette.
***O gece yarısı kararını verdin. Ethlon uyuduktan sonra okuma odasına geçtin. Khitari'yi dolaptan çıkarttın. Ellerini koyup beklemeye başladın, içinden yalvararak, n'olur geri gel. Burdayım n'olur gel. Işığın tonu giderek daha koyu mora çalmaya başlamıştı. Parmak uçlarında belirsiz bir karıncalanma hissiyle bir an çok korktun. Ama gene de beklemeye devam ettin. Sana çok uzun gelen bir zaman sonra O, fısıltılı sesiyle

-Chloe dediğinde sevinçle sordun.

- Bana adını söyle n'olursun kimsin sen?

- Unuttun mu Chloe? Benim, Althar.
Daha sen aklından geçen binlerce şeyi soramadan sana şöyle dedi.

- Seninle buluştuğumuz yeri hatırla Chloe. Alt katta, koridorun sonunda. Piyano odası. İçeri gel.. Orda bekliyorum Chloe..

O bu evdeydi. Aşağıda seni bekliyordu. Sen piyano odasına hiç gitmedin ve yerini bilmezsin. Kulaklarındaki uğultu nerdeyse dışardan duyulacak halde, geceliğinin üstüne bir şal alıp çıktın okuma odasından. Birinci kat koridoru, sağda hizmetçilerin odaları, aşağıya inen merdivenler ve işte en alt kat girişi, hafif küf kokulu.
Onca kapı arasından sen birini seçtin. Bu o odaydı biliyordun. Kilitliydi ve anahtar üzerindeydi. Paslanmış anahtarı çevirmek için çabalıyordun. Sonunda kapı aralandı.
İçeri girdin. Orda duruyordu uzun saçları, esmer yüzüyle.. Ona sarılmak ve hiç bırakmamak için ilerlerken birden farkettin; varlığındaki o şeffaflık?

Sonra diğerinin elinde beliren uzun bıçağın parlaması, sana doğru geliyordu.

- BANA BAK!